Yoldaşlarını birer birer kalbine gömer Mahir. Bilir ki artık, attığı her adım, bu ülkenin kaderine damgasını basacaktır. Bilir ki en çetin kuşatmalar savaşılarak yarılır. Bilir ki namusun, onurun, erdemin ve devrimin kitabında, başlanan işi yarım bırakmak, yorulmak, tereddüt etmek yoktur. Hem nasıl tereddüt edebilir ki? ON’lar değil midir, en değerli yanlarını, bu çok sevdiği vatan topraklarına bir tohum gibi saçan? ON’lar değil midir, bu ülkede, işgalcilerin ayak izleri silininceye kadar savaşa and içen? ON’lar, gözlerini budaktan esirgememiştir bir kez bile. Bütün saldırılara karşı, dimdik ayakta kalmış; boyun eğmemiş, gerilememişlerdi. Ya özgürlüğü kucaklayacaklar ya da bu topraklara bedenleriyle ekeceklerdi özgürlük tohumlarını. Dağlara doğru yol görünmüştü gayrı.Artık, bütün yollar Karadeniz dağlarına uzanıyordu. Adının, dünyalar kadar büyüyeceğinden hala habersizdi Kızıldere. Güneş vurur, kar erir; eriyen kar, damla damla sızardı yatağına. Bir kez bahara döndü mü günler; köpüklenir, çağlayarak akardı nehirlere doğru. Bir kez daha bahara döndü mü mevsim; sabırsızlanır, coşar, kanatlanıp uçardı yamaçlardan aşağı. Her baharda, daha bir kızarırdı rengi. Şimdi, sabırsızlık vaktiydi Kızıldere’nin. Şimdi, sabırsızlar Mahirler; Denizler, darağaçlarına her gün daha fazla yaklaşmaktaydı. Sabırsızdı düşman, darağacını kurmak ve Mahirler‘i yoketmek için. Sabırsızlık, kervan olmuş, Kızıldere’ye yürüyor. Şimdi, kulağı seste, gözleri yolda Kızıldere’nin. Duyuyor, ağır çamurda bata çıka ilerleyen gerillanın postal seslerini. * * * Mahir Cayan, Cihan Alptekin, Ömer Ayna; makarna yüklü bir kamyonun kasa sında, Karadeniz’e doğru yola çıktı. Takvim, 16 Mart’ı gösteriyordu. 18 Mart akşam üzeri, Ünye‘ye ulaştılar. Oradan, Fatsa’nın Yapraklı Köyü‘ndeki. Mehmet Atasoy’un evine geçtiler. Mehmet Atasoy; Mahir’e, Ankara’da, yardım eden etmeyen herkesin gözaltına alındığını anlattı. Operasyonlardan kurtulan kadro ve savaşçıların bir kısmı ile Karadeniz’de buluşacaklardı. Bu arada, Denizler’in idam kararları mecliste onaylanmış, kabul edilmiş; dosya, onay için Cumhurbaşkanı Cevdet Sunayın önüne konulmuştu. Bir şeyler yapmak için, bekleyecekleri bir saniyeleri yoktur artık. Hedef, bu topraklan işgal eden emperyalistlerdir. Ünye Radar Üssü’nde çalışan İngiliz teknisyenleri rehin almaya karar verirler. 26 Mart 72’de, Ünye Radar Üssü‘nde çalışan, üç İngiliz teknisyeni kaçırırlar. Teknisyenleri kaçırdıktan sonra ‘Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı, Parlamentosu ve Hükümetine” başlıklı bir bildiri postalarlar. İsmet İnönü. İngiliz’lerin kaçırılması için şöyle der; “Ülkemizde çalışan İngiliz’ler, ulusun şerefinin teminatı altındadır. Onları öldürmek, bütün ulusu, leke ve töhmet altında bırakacaktır. Böyle bir cinayete mani olmalıyız. Resmi vazifelilerin yardımcısı olarak, halkımızın her ferdinin bir vatan müdaafası yapar gibi, teması olanlar, teması olmayanlar, kaçırılanları her yerde takip etmeli, mutlaka izleri bulunmalıdır.” Emperyalizmin gönüllü uşakları; emperyalizmin işgal ettiği bu topraklarda, ajanların, Türkiye halklarının düşmanlarının sahiplenmesini, “şereflerinin“ teminatı olarak adlandırıyorlardı. Türkiye halklarını, öncülerini ihbar etmeye teşvik ediyor; bunu, ev sahipliğinin bir gereği olarak göstermeye çalışıyorlardı. İçişleri Bakanı Ferit Kubat, Jandarma Genel Komutanlığı’nda görevli. Tuğgeneral Vehbi Parlar, Ankara Merkez Komutanı Tevfik Türüng, Ünye’ye geldi. Bölge, havadan ve karadan ablukaya alındı. Her taraf, Ankara, Tokat, Amasya‘dan gelen birlikler tarafından didik didik aranmaya başlandı. Gerillalar, 28 Martta, Kızıldere Köyü Muhtarı Emrullah Aslan‘ın evine ulaştı. Saffet Alp, Sebahattin Kurt, Ömer Ayna, Sinan Kazım Özüdoğru, bir kaç gün önceden gelmişlerdi. Aramalar sırasında, Tokat civarında, üç İngiliz’in kaçırıldığı araç bulunur. Katliam çeteleri, Adaldar‘a yaklaşmaktadır. 29 Mart gecesi, saat 23.30… Kolluk güçleri, Kızıldere Köyü‘ne gelir. Gün, 30 Marta devrilmişti. Saat 05.00 sıralarında; iki asker, köy muhtarının evine yaklaştı. Ev, iki katlı kerpiç bir evdi. Üst katta, nöbette bekleyen gerilla, askerlerin eve yaklaştığım gördü, yoldaşlarına haber verdi. Savaşçılar, Muhtar Emrullah Aslan’a dışarı çıkmasını, askerlerin neden geldiğini öğrenmesini söyledi. Muhtar, gerillalara kapısını açmıştır ama herhangi bir baskında devlet karşı sında kendini nasıl aklayacağını düşünmüştür önceden. Kim kazanırsa, onun yanında yer almış olacaktır aklınca. Bunun için, daha askerler gelmeden önce, gerillaların evine zorla girdiğini, kendisinin korkudan onları kabul ettiğini, aslında devletin yanında ve her türlü yardıma hazır olduğunu anlatan bir mektubu hazırlamış, koynunda saklamaktadır. Eğer, gerillalar bu savaşı kazanırsa onlara da “Bakın, size kapımı açtım, ekmeğimi sizinle bölüştüm.“ diyecektir. Muhtar dışarı çıktı ve hain, sinsi mektubu uzattı askerlere. Devlete sığındığını, kendilerini, bu “anarşistlerin“ elinden kurtarmasını söyledi. Gerillalar, muhtarın ihanetini gördüler. Anlamışlardı, her tarafları kuşatılmıştı şimdi. Son çarpışmaya hazırladılar üslerini... Üst kata çıkıp, çatışma için gerekli hazırlıklarını tamamladılar. Evin çatısında, ateş edebilecekleri, hedeflerini belirleyebilecekleri mazgal delikleri açtılar, düşmanla, kimlerin muhatap ola- cağını kararlaştırdılar. Alt kata barikat kurup, kapıyı sağlamlaştırdılar. Su ve yiyecek stoklarını gözden geçirdiler. Buradan sağ çıkamayacaklardı ama düşmana kolay bir zafer de tattırmayacaklardı. Her mermide; düşmanı, düşmanlığa pişman edecekler; her mermide, akıllardan silinmeyecek bir destanın dizesini nakşedecelerdi bu topraklara. Tam bu sırada, pis yılışık bir sesin “Çocukların arkasına sığınıyorlar.“ dediğini duydular. Onlar, bugüne kadar hiç kimsenin arkasına sığınıp, canmı kurtarmaya çalışmadılar ki. Onlar, en olmadık koşullarda bile, kimsenin zarar görmesine izin vermemişlerdi. Hangi çocukların arkasına sığınırlardı? Birden, muhtarın torunları olduğunu hatırladılar. Muhtar giderken, çocukları götürmemişti yanında. Öyleyse, çocuklar evdeydi. Arayıp buldular ve salıverdiler çocukları. Düşman, bütün gücüyle oradaydı. Polisi, ordusu, MİTİ, kontrgerillası... Savaşın hasımları, yüzyüzeydi, Bir taraf; karanlığın bekçileri, kalabalıktı. Kalabalık ve çok silahlı. Kalabalık ve korkak. Kalabalık ve zavallı. Bir taraf; Adalılar… Kerpiç köy evinin içerisinde kuşatılmış on direnişçi. Halkın umudu, on yiğitti. Bir taraf zalim… Bir taraf mazlumların sesi. Bir tarafın elinde, Amerikan patentli silahlar... Silahların soğukluğundan cesaret kazanmaya çalışıyorlar. Diğer tarafın gücü, vatanlarına duydukları aşk, halklarına duydukları bağlılık, inanç ve değerlerine duyduktan güvendir. Bir tarafın ardında, günyüzü görmemiş, halklarına binlerce yıllık özlemi, acı, kahır öfke çığlıkları vardı. O gün, o satte, o kerpiç evin çatısında, on adalıdan daha güçlü, daha özgür, daha cesaretli kimse yoktur yeryüzünde. Şimdi, bütün dünyanın gözü, kulağı, nabzı, nefesidir Kızıldere... Şimdi, dünyanın Türkiyesi‘nde, dev- rim yapmak için yola çıkanlar, yepyeni bir dünya yaratıyorlardı. Kızıldere‘nin kıyı sında. Saf, duru, temiz, ak bir su gibidir beyinleri ve yürekleri. Ve emperyalizmin bütün namluları, bütün katilleri karşısında dimdik, gözlerini düşmanın gözlerine dikmiş meydan okuyorlardı. Orgeneral Semih Sancar, Tevfik Türüng, Sezai Durukan, Kadri Sönmez, Nihat Erim, Ulaş‘ın katili kontrgerilla şefi MİT’çi Hiram Abas, kontra Mehmet Eyrnür; Kuyucu Murat’ların, Beyazıd Paşa‘lann 20. yüzyıldaki cellat taslakları, orada savaştaydı. Kızıldere‘deki savaş, emperyalizmin bir avuç işbirlikçi sömürücü tekelci patronla, Türkiye halklarının savaşıydı. Kan kokusu almış akbabalar gibi döneniyolardı kerpiç evin çevresinde. Adalıların kanını istiyorlardı, Dehak’ın sarayına taşımak için. Teke tek bir kavgada, asla karşılarına dikilmeyeceklerdi devrimcilerin. Ancak, böyle binlerce asker, polis, av köpekleri ve kalleş namluların gölgesinde dikilebiliyorlardı. Ellerindeki, Arnavutköy’ün, Maltepe’nin, Nurhak‘ın, Beyazıt’ın Ankara sokaklanndaki katliamların kan izleri, işkencelerde döktükleri kanların kurumamış lekeleri ile gelmişlerdi. Bir lanetliler güruhuydu düşman, yüzyılların acılarının kahrıyla lanetlenmişlerdi sonsuza kadar. Megafonla seslendi korkunun sesi; -Teslim oluuuun! Aldığı karşılıkla irkildi; -Kimse teslim olmayacak, şartlarımızı tabut etmezseniz İngiliz’ler vurulacak. Zulüm sadece korkak değil, alçaktır da. Aşağılık ve kişiliksizdi. Mertliğin karşısında, saygı bile duyamayacak kadar kahpeydi. Yalancılık, riyakarlık damarlarına işlemişti; – Bakın, teslim olursanız hiçbir şey yapılmayacak, size söz veriyoruz. İlk kez duymadılar bu yalanları. Yine de mideleri bulandı, seslendi Mahir; –Teslim olmayacağız! Siz, kuşatmayı kaldıracaksınız. Bütün dünyanın gözü kulağı burada. Kuşatmayı kaldırma, şartlarımıza uymazsanız, İngilizleri vuracağız. Üstlerindeki para, kimlik, not, ne varsa yaktılar. Bir duman yükseldi göğe. Düşmanın işine yarayacak tek çöp bite bırakmayacaklardı geride. – Teslim oluuunl… Devrimin, Türkiye Halk Kurtuluş Partisi–Cephesi‘nin önderi cevapladı onları; “BİZ BURAYA, DÛNMEYE DEĞİL, ÖLMEYE GELDİK” Bizi teslim alamayacak karanlık. Bizi teslim alamayacak onursuzluk. Namussuzluğa, kahpeliğe teslim olmayacağız. Tek tek isimleriyle seslendiler düşmanlarına. – Semih Sancar, Tevfik Türüng, Mehmet Eymür, Hiram Abas! İşlediğiniz suçların er yada geç hesabını vereceksiniz. Vatanı satmanın, halkımızı pazarlamanın hesabını soracağız mutlaka! Marşlar, türküler yükseldi kerpiç evin çatısından. “Gün doğdu hep uyandık, Siperlere dayandık, Bağımsızlık uğruna, Al kanlara boyandık. İşçi köylü hep beraber, Faşist düzene karşı, Halk savaşı veriyoruz, Emperyalizme karşı. Yolumuz devrim yolu, Gelin kardaşlar gelin, Yurdumuzu faşist sarmış, Vurun kardeşler vurun.” Onlar, bu toprakların yarattığı değerlere sarılarak gemişti Kızıldere’ye. Yüzlerce yıla yayılan Bedreddin’in, Türkmen ayaklanmalarının, Efelerin, Kurtuluş Savaşı‘nın, devrimin kahramanlık destanlarından çıkıp gelmişlerdi. Namusu, onuru, sadakati, fedakarlığı, bu topraklarda yazılan nice destandan öğrenip gelmişlerdi. Onlar, yoksulluk içinde, namusun en yüce değer olduğu köylerden, kasabalardan, şehirlerden gelmişlerdi. Kendilerini var eden ne varsa, hepsinin bu topraklardan, bu halktan almışlar, bunları Marksizm– Leninizm ile bütünfeştirmiş-lerdi. İşte bundan o kadar, gözükara, vefakar, fedakar, cüretkardılar. Ne uğruna yaşadıklarını bilecek, kime kafa tutup, kime dost olacaklarını bilecek kadar bilgiliydiler. Kimin hesabına, tepelerinde dönenir bu pervaneler? Kimin hesabına sıkılır bu kurşunlar?... Kendi bedenlerinde yok edilmeye çalışılan kimdir bilirlerdi. Kim diz çökecekti bu kavgada, kim tükenecek her kurşunda... Helikopterler tepelerinde uçuşuyor, kurşunlar yağıyordu. Kurşuna kurşunla; teslim ol çağrılarına, sloganlarla, marşlarla karşılık verdiler. “YASASIN TAM BAĞIMSIZ TÜRKİYE!* “YAŞASIN DİRENİŞİMİZ!” Kurşun sesleri arttı. Çatıyı delip geçen kurşunlar, bedenlerine saplandı… Önce Mahir Düştü, Cihan,Ömer, Düştüler teker teker... Bu cehennemi çatışma içinde, İngilziler‘i cezalandırdılar. Son nefeslerine, son kurşunlarına kadar, savaşı sürdüreceklerdi... Namlular sustuğunda, kan rengine döndü Kızıldere. Ve kan renginde akacaktı bundan böyle. Suladığı bütün topraklar, onların türküsünü taşıyacaktı yanık yanık. Daha gür, daha öfkeli akacaktı nehirlere doğru. 0 küçük köy; o, adını pek kimsenin bilmediği Kızıldere, Türkiye devriminin en görkemli direnişinin adı olarak anılacaktı bundan böyle. Orada, on Adalı’yı katledelenler bu savaşın sonsuza dek bitirildiğini umuyordu ama boşuna hevesleri. Dereboyu açan her çiçek, kan renginde açacaktı bundan böyle. Ağaçlar, kan renginde, evler, kan renginde; Kana kesmiş gelincikler, çatlayan tohum, filize duran dal, sürgüne uzanan kök şöyle fısıldıyordu: “BİZ BURAYA ÖLMEYE DEĞİL, ÇOĞALMAYA GELDİK!” Kızıldere‘nin sulan çoğaldı. Çoğaldı Adalılar. Her baharda, Kızıldere’nin yatağından dağlann başına bir uğultu yükseldi. “BİZ BURAYA, DALGA DALGA, NEHİR NEHİR TAŞMAYA GELDİK?* Gittikçe uğultusu büyüdü Kızıldere‘nin. “OY DERE KIZILDERE BÖYLE AKIŞIN NERE?..” Akıyordu Kızıldere. Yatağı belliydi. Suladıkça geçtiği yerleri, uyandı dağ, uyandı ağaçlar. Çiftehavuzlar‘a, Toroslar‘a, Dersim‘e, Adana’ya, Ankara’ya, Okmeyda-nt’na Gazi’ye, ölüm Oruçlarina, nice savaş mevzisine, direniş cephesine aktı Kızıldere. Suladığı her kanş toprakta, yeni bir kanal açtı kendine, yeni bir kol uzattı. Nice yiğitleri sardı kollarıyla. Her direnişte yankılanan, her direnişte bayrak açan, zılgıta duran, türküye dö- nen Mahir’di, Hüseyin’di, Ulaştı, Adalı’lardı. ON’lar ölebilirdi; savaş, kurtuluşa kadardı. Adalı, Selimiye’deki hücresinde yazmıştı bunu da: İyi bak bana feodal duvar, iyi tanı beni. Seni yerle bir edecek Adalılar’ı iyi tanı. Adam ve hemşerilerinin çoğu ne halde diye Dudak bükme, orospunun dölü utanç duvarı Evet ada’mı karanlığın suları bastı. Evet, benim gibi bir çok adalı bu çirkef sulann altında, ama boşuna sevinme, Ada‘m batmaz, yok olmaz Ada’m sadece karanlık denizinde yerini değiştirdi.